Cemal Kırgız

Tarih: 22.01.2025 01:11

“Uçuruma Yeterince Bakmak…”

Facebook Twitter Linked-in

“Uçuruma Yeterince Bakmak…”

Bu ülkede entelektüel olmak çok pahalı iş. Aydın olmaktan bahsetmiyorum, Aydın olmak çok daha yıpratıcı, zorlayıcı bir konu. Bir kere dönemin şartlarına ve siyasi iklime göre değil, kaliteli bir öngörüyle içinde bulunan durumu, tarihsel, felsefik, edebi, siyasi ve sosyolojik açıdan tahlil edeceksin. Eğilip bükülmeyeceksin, gerçekçi ve dürüst olacaksın. Sonunda yalnızlık, sonunda itibarsızlaştırma kampanyalarının hedefi olsan bile, parasız kalıp, sürünsen bile aydın olmanın hakkını vereceksin. Aydın olmak bedel ödetir, acı çekersin, üzülürsün, hapse atılırsın, öldürülürsün… Entelektüel olmak ise bir özveridir, aydın olmaya göre daha az bedel ödetir. Biraz daha dönemseldir.  Ancak Israr edersen, yorulmazsan, korkmazsan, bıkmazsan, bırakıp vazgeçmezsen, aydın olmaya doğru evrim ve devrim geçirebilirsin…

Büyüyünce aydın olacağım!

Heykel’den Setbaşı’na giderken, sağda, ünlü bir bankanın bankası ile yan yana kendi adını taşıyan yayınevi var. Gelip geçerken camekânına bakıyorum. Yeni kitaplar birbiri ardına geliyor. O kadar çok geliyor ki, vitrin sürekli başka kitaplarla yer değiştiriyor. İnsanın içi gidiyor, kendimi kasap dükkânına yalanarak bakan aç bir kedi gibi hissettiğim çok olmuştur. Bugün de öyle oldu. Çoktandır gazete almıyordum. Yanımda Sevgili eşim Güler, gazete bayiinden Cumhuriyet, Karar, Birgün ve Yeni Marmara Gazetesi aldım. Güler aniden, “İçimden geldi, bir tanecik Şans Topu oynayacağım” dedi. Oynadı, kuponu yatırdık, gazete paralarını da ödeyip oradan ayrıldık. Karşıya geçtik ve nihayet kitapçı vitrininin önündeydik.

Yukarıdan aşağıya, sağdan sona tadını çıkararak camekân arkası kitaplara bir kez daha göz gezdirdim. Birçoğu, “Al Beni, Oku Beni!” diye bağırıyordu sanki! Güler’e dönüp aniden, “İyi rakamları oynamışsındır umarım?” dedim.

“İçimden gelen sayıları işaretledim. Kesin zenginiz. Neden sordun” dedi.

“İki yüz elli, üç yüz tane kadar kitap almam gerek” diye yanıtladım. Yüzüme baktı. İfadesinden ne demek istediğini anlamıştım. O konuşmadan, ben devam ettim. “Biliyorum, evdeki kütüphanede de en az beş yüz kitap okunmayı bekliyor. Yeni alacaklarımla beraber, bekleyen kitapları o muhteşem güne saklıyorum. Zengin olduğumuz güne… Çünkü bana sen bakacaksın, ben üç sene kadar ortadan kaybolacağım. Evden dışarı çıkmaya niyetim yok. Çayımı demleyip, sigaramı küllüğümü alıp, odama çekilerek, haftalar, aylar, yıllar boyunca kitapları dergileri okuyacağım” dedim.

“Böyle hayat geçer mi?”

“Şimdikinden yüz bin kat daha güzel geçer. Hem belki ben ortadan kaybolup, kitaplara daldığımda dünya daha güzel bir yer olur. Belki birileri geberir ülke, dünya kurtulur. Belki birileri doğar, ülkeye dünyaya umut olur. Belki Allah Baba, Cennetinden en kutsal, en deneyimli, en yetişmiş, en iyi meleklerini Türkiye’ye gönderir, onlar da bize akıl fikir verir. Hakça bölüşmeyi, adaleti, ahlakı, üretmeyi, barışı, kardeşliği, dayanışmayı yeniden öğretir. Belki Türkiye kabile devletlerine yönelik değil, mutlu Finlandiya’ya, huzurlu Norveç’e, Zengin Kanada ve İsviçre’ye dönüşür. Ne bileyim; belki devrim falan olur… Ne yani, olamaz mı, neden öyle tuhaf bakıyorsun?”

“Hayallerini seveyim senin!”

“Beğenmedin mi, çok mu kötü?”

“Ütopik”.

Gülüştük… Kitapçının önünden ayrılmak kolay olmadı.

Bir de, İnönü Caddesine inerken kitapçılar, sahaflar var. Çıkma kitaplar geçen sene 7,5 liraydı. Sonbaharda 10 lira oldu. Şimdi kategorilere ayırmışlar. 20 lira, 25 lira, 30 lira, 35 lira… Arada sırada güzel kitaplar denk geliyor. Mesela Günnar Kaiser’in “Derinin Altında” isimli kitabını buradan 10 liraya almıştım. Orijinali 100 küsur liraydı. Bu kitabı taşırlarken yıpratıp, ilk 6 sayfasını da yırtmışlar. Kendini sepette bulmuş. İyi ki de öyle olmuş. Nazi döneminden, 1990’lara kadar yakalanmayan, mükemmeliyetçi, psikopat, kitap kurdu ve entelektüel (entelektüel dedim, çünkü aydın olsaydı asla böyle yapmazdı)  bir seri katilin öz yaşam öyküsünden mahrum kalırdım.

Gazeteci ve yazılarını beğenerek okuduğum köşe yazarı ağabeyim Yüksel Baysal ile bir haberden dönüyorduk, seçim öncesiydi, hava kapalı, serin ve yağmurluydu. Arabada konuşuyorduk,  konu kitaplardı. “Biliyor musun ben daha Zülfü Livaneli’nin ‘Kaplan’ın Sırtında’ kitabını alamadım bile” dedi. “Ah be Yüksel ağabey” dedim, “Ben Zülfü Livaneli’nin ‘Balıkçı ve Oğlu’ kitabını da alamadım. Hakan Günday’ın ‘Zamir” kitabını da. (Bir de Günday’dan Derz isimli kitap çıktı, iyi mi?) Alamadığım o kadar çok kitap var ki, edebiyat dergilerini bile bıraktım artık…” Hava ile paralel, düşüncelerim yine bulutlanmıştı işte…

Olay Gazetesinden bir kadın köşe yazarı,  (Yasemin Taydaş’tı sanırım, Özlem Yağmur Buğday’da olabilir!) yaklaşık 25 yıl önce falan, rahmetli Çetin Altan ile İstanbul’daki evinde bir röportaj yapmıştı. Çetin Altan, döneminin nitelik açısından olmasa bile nicelik açısından dünyada en fazla yazı üreten insanıydı. Kitaplarını severek okumuştum, Uğur Mumcu ile olan polemiklerini de öyle. Uğur Mumcu’nun  “Viskici, dönek Marksist Çetin Altan” yazısına rağmen, hem rahmetli Uğur Mumcu’yu, hem de Çetin Altan’ı severdim. Sevmekle kalmaz, ne yazarlarla okudukça okurdum. (Entelektüel olmanın, ilk denemeleri!)

Olay Gazetesi’nin deneyimli kadın muhabiri benim ilk aklıma gelen soruyu sormayı da ihmal etmemişti; “Bu kadar yazıyı nasıl yazıyordu?”

Çetin Altan, arkasında duran ve dört duvarı birden kaplayan, içi kitap, dergi ve gazete dolu kütüphanesini göstererek, (Gazetede bu kütüphanenin de fotoğrafı vardı, Çetin Altan’ın da bu kütüphane önünde fotoğrafları da vardı) “Böyle yazıyorum” demişti. Okumayan insan yazamaz demeye getiriyordu ve okumayan insanların yazılarını günümüzde görüyoruz. İyi bir yazar, aydın olma iddiasında olmasa bile, iyi bir entelektüel olmak zorundaydı. İyi bir roman yazmak için de bu gerekliydi. İyi edebiyat için, süslü cümleler yetmezdi. Çok okunan kaliteli bir roman çıkarmak istiyorsan, tarih, sanat, felsefe, mimari, mühendislik konuları, matematik, fizik, şehir plancılığı, spor dalları, astronomi, astroloji, kriminal ve dini konulardan da az çok anlamalıydın…

Sonra bir gün, nasıl olduysa gözümü kararttım. Bugün kasap dükkânı önünde vitrine yalanarak bakan aç kedi değildim. Ünlü bankanın yanındaki aynı adı taşıyan yayınevinden içeri attım kendimi. Yazılarını arada sırada Birikim Dergisi’nin internet sitesinden okuduğum, eleştirmen yazar Orhan Koçak’ın “Romanın Kaygısı” ve Brendan Freely ve John Freely’in birlikte yazdığı “Galata, Pera, Beyoğlu: Bir Biyografi” kitaplarına saldırdım. Daha öncede buradan kitap almışlığım vardı. Yüzde 25 indirim yapıldı. Biraz para kaldı cebimde, gözüm edebiyat dergisi olan “Kitaplık” setlerine takıldı. Güncel olanlar 100 ve 120 lira… “Çok pahalı olmuş bunlar da” dedim. Kitapçı genç çocuk, “Eski sayıları da var ağabey” dedi. “Onlar 25 lira…”

Üç eski sayısını birden kaptım. 2019, 2020 ve 2021’de çıkan sayılarından birer taneydi. Aynı zamanda Sabah yazarı olan Hasan Bülent Kahraman’ın önderliğinde çıkan bir dergi. Üstat Nihat Genç, “Bu Toprağın Dalkavukları” kitabında, Hasan Bülent Kahraman’a bir bölümde yer verirken, onun o kadar da iyi bir edebiyatçı olmadığını, “İyi olabilir ama abartmayalım, o kadar da iyi bir edebiyatçı” değil diye eleştirmişti. Ben bir zamanlar ( günlük 7-8 gazete aldığım dönemlerde) , onun yazılarını Sabah Gazetesinden okurdum. Salih Tuna ile birlikte Hasan Bülent Kahraman’ı gazetenin diğer yazarlarından ayrı tutardım. Belki daha dürüst, belki daha edebiyatsever oldukları için olabilirdi. Merhum Ahmet Kekeç’i de severdim. Sağ siyaset, muhafazakârlık ve siyasi İslam adına fazlasıyla bilgili, üst düzey bir yazar ve polemikçiydi. Dönemin Gemlik Belediye Başkanı Refik Yılmaz ile bir gün edebiyat, gazeteler, gazetecilik ve yazarlık üzerine sohbet ederken, belki de beni denemek için olsa gerek, “Hangisini okuyorsun, hangilerini bana tavsiye edersin?” diye sormuştu. Ben de ona, “kafadan Ahmet Kekeç’i sizin adınıza tek geçerim dedikten sonra, Salih Tuna ve Hasan Bülent Kahraman’da okunur. Dergi olarak da, Cins ve Lacivert size yakın, iyi bir kadro ile çıkan, içeriği dolu dergiler” demiştim. Hatta “Artık sağcılar ve muhafazakârlar;  yazarlar, felsefeciler, düşünürler, gazeteciler neden hep solculardan çıkıyor diye hayıflanmasınlar başkanım, bu kadro da fena geliyor” demiş, gülüşmüştük…

Derginin Ocak-Şubat 2020 sayısını açtım hemen. Çay ve sigara eşliğinde keyifle okumaya başladım. Hasan Bülent Kahraman, 60. Ölüm Yıldönümünde Yazar Nahid Sırrı Örik’i anlatıyordu. Dedim ya, entelektüel olmak pahalı bir iş diye. Bunun sineması var, tiyatrosu var, kitabı var, dergisi var, konseri var, galerisi var…. Hangisine ve hangi şartlarda yetişeceksin!

Zeki Demirkubuz filmleri mesela. Çok severim. (Bu arada Hayat isimli filmini 60. Antalya Altın Portakal Film Festivalinden çektiğini üzülerek öğrendim)  2012 yapımı, “Yeraltı” benim için kült bir filmdir. Ondan önce de, “Kıskanmak” isimli filminden etkilenmiştim. Derinden, yavaş akan, insana yedire yedire, kıskaçlığı, kadının kadına yaptığını, zayıf erkekleri, güçlü kadınları anlatan, sonu trajik biten bir filmdi. Bir de, Senaryosunu ve yönetmenliğini Ziya Öztan’ın yaptığı, “Abdülhamit Düşerken” filmi vardı… 20 yıllık tarihi bir film… Dönemin tarihsel gerçekleri eşliğinde, zayıf erkeklerin iktidar kavgası, sinsi planları ve yine güçlü kadınların yer aldığı, çarpıcı ve dev bütçeli bir film… Hiç dikkatimi çekmemişti, işte bu filmler Yazar Nahid Sırrı Örik’in kitaplarından senaryolaştırılmış, sinema yapıtlarıymış… (Yazar Nahid  Sırrı Örik kitaplarına hemen ulaşamazsanız ki, Sultan Abdülhamit Düşerken hariç diğer kitaplarını sadece sahaflarda bulabilirsiniz, Kıskanmak ve Abdülhamit Düşerken filmlerini internetten bulup izleyebilirsiniz)

Yazar Nahid Sırrı Örik’ten daha önce,  Usta yazar Selim İleri’de bahsetmiş. Dostoyevski, Ahmet Hamdi Tanpınar, (Öte yandan diyerek yine araya gireceğim, değerli ağabeyim Nail Özer, bazı öykü ve yazılarım için bana, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi büyülü gerçekçilik tarzında yazıyorsun, yazmışsın falan der. Değerli Ağabeyim Osman Nuri Aslan’da benden Gemlik’in Sabahattin Ali’si diye bahsederken, sevgili öğretmenim Niyazi Kav’da, şahsımı Gemlik’in Yaşar Kemal’i olarak nitelendirir.  Rahmetli Yılmaz Şakrak’ta, rakı masası sohbetlerimize başlarken bana, “Bak Hasan Cemal Oğlum…” diye hitap ederdi. Olay Gazetesinde bir dönem birlikte çalıştığım Sevgili Tunç Ergin Kardeşim ’de Gemlik’in Bukowskisi diye takılır bana. Zaten Gemlik’in, Bursa’nın ya da herhangi bir yerin Cemal Kırgız’ı olamıyorsan, olamadıysan, en büyük onur ve gurur o yerin Sabahattin Ali’si, Yaşar Kemal’i veya Charles Bukowski’si olmaktır. Ağabeyime, öğretmenime ve kardeşime bir kez daha saygılarımı sunuyorum.  Yerinde ego, kararında megalomanlık güzeldir!) Konuya dönelim. Evet, Ahmet Hamdi Tanpınar, Dostoyevski, Tevrat, İncil, Kuran-ı Kerim, Auchwitz kampı, felsefeci Heidgger ve öğrencilerinin kitapları, Şerif Mardin eleştirileri, Sartre, Freud, Proust, Sade, Kafka, Genet romanları karşılaştırmalarıyla, Yazar Nahid Sırrı Örik derinlemesine incelenmiş. Hasan Bülent Kahraman, Örik yapıtları ve dönemin edebiyat karşılaştırmalarıyla, edebiyatta kötülük, edebiyatta toplum ve ahlaki yozlaşma, edebiyatta tarihi gerçekliğin fonunda insanın karanlık yönünü, başarıyla kapak yazısı yapmış. Kahraman, bu incelemesini, “İktidar başka kötülükleri kabul etmeyecek kadar kötüdür ve Örik’in şansızlığı özgürlüğü hiç düşünmemiş, melodramatik bir toplumda yaşamaktı. En kötüsü, o toplum iyiliğin bir esaret olduğunu bilmiyordu. Şerden onca kaçınmasının nedeni buydu. Şeametse yenilmeye zaten mahkûmdu” diye bitirmiş.

İnternette Spiritüel (Tinselcilik, Ruhçuluk, Öte Âlemcilik) sitelerini de takip ediyorum. Agarta (Asya’da sıradağların içinde bulunduğu iddia edilen efsanevi bir yeraltı organizasyonuna verilen ad) isminde bir site var. Güzel yazılar çıkıyor. İlginç yazılar. Okumadan geçemiyorsun. Mesela, “Dünya, duygu veri tabanlı bir Matrix sistemidir.  Bütün bu varoluşu yaşıyormuşsun gibi algılatan program bilinçtir. Bilinç programı tamamen maddeye ve zamana duyarlıdır. O ikisi olmadan burada yaratım yapamazsın. Sen düşünceyi forma sokup maddeleştirensin. Bunu yapmayı öğrenmek için buradasın. Bir düşünce bir duygunun kapısını çalar, o duygu gider insanları ve olayları seçer. Önce burayı çözmelisin çünkü burada bir var oluş yaşıyorsun. Eğer burayı çözmeden ölürsen, tekrar gelirsin. Sistemin içinde emrine verilmiş güçler var. Bunları kullanmak yerine birine yalvarıp diğerinden de korkuyorsun. Senin zihninden geçirip onaylamadığın, iyilikte olmaz kötülükte. Sen belirleyici unsursun, kendi hayatın ve yaratım için çok önemlisin” diyor…

Başka bir yazıda, “Yaratımın kanunları vardır. Olan hiçbir şey bir anda kendiliğinden olmaz. Arkasında mutlaka bir plan vardır. Çünkü olan her ne ise mutlaka bir yere bağlanır. O bağlantıyı sen göremediğin için olan her şeyin kendiliğinden ve tesadüfen olduğunu zannedersin. Tanrı zar atmaz diye bir söz vardır. Gerçekten de Tanrı insanın kaderini kendi çabasına bağlamıştır.  Kurtulmak için kendini bulmalısın.  Dünya yaşamı kendini arayıp bulma serüvenidir.  Bilinen senin çok daha derinliklerinde bir başka sen daha var. Onu bul” diye sesleniyor. Kuantumcu, iyi niyet, iyi düşünce felsefesine de çok sık yer veriyor. Diyor ki, “Sabah uyandığında aklına ilk gelen düşünceye dikkat et. Yolda yürürken birisi gelip koluna girse, hadi yürü gidiyoruz dese, dersin ki, sen kimsin, nereye gidiyoruz? Kolundan çıkarsın. İlk tepkin bu olur. Ama her sabah sen uyanmadan yatağın başında bekleyen düşüncenin görevi, seni bağımlı olduğun duygunun kapısına götürmek. Duygu seni çağırıyorsa ona gidebilmen için sana bir araç gerekiyor. Düşünce tam olarak bu aracılık işini yapıyor. Seni taşıyor. Veya sürüklüyor. Mutsuzluk, bir hal bir duygu durumdur. Eğer ki mutsuzluk duygusuna bağımlı olmuşsan sen uyanmadan başında bekleyen düşünce, aynı duyguyu meydana getirebilecek milyon çeşit düşünce şeklinden sadece bir tanesidir. Duygu sabittir. Aynı duygu maske takar her gün farklı, farklı yüzlerle karşına çıkar. Böylelikle dikkat çekmeden sana kendini var ettirir. Sana sorsam her gün başka şeyler düşündüğünü söylersin. Sen o duyguyu var etmek için alternatif yolları deniyorsun. Korku duygusu diyelim bağımlı olduğun duygu. Sabah uyanıyorsun, köpekten korkuyorsun, ertesi gün kaybetmekten, sonraki gün ölmekten. Sorduğum zamanda ben aynı şeyleri düşünmüyorum diyorsun. Yaratım somut sonuçla ilgilenir. Sen, duyguyu meydana getirdin mi, getirmedin mi? Sabah uyandığında ilk aklına gelen düşüncenin koluna girmesine izin verme. Bak bakalım sen farkında olmadan hangi duyguya bağımlı olmuşsun”…

Ve bir tane daha; “Düşünsene, şimdiye kadar doğru bildiğin her şey sahteymiş, gerçek değilmiş. Belki de senden sadece kalbinin sesini dinleyerek kendi gerçeğini bulman bekleniyordur. Doğru yol, Kimsenin adımlarını takip etmeden kendi yürüdüğün yoldur. Belki de doğru bildiğin her şey gibi etrafındaki insanlarda gerçek değildir. Kimse kendi gerçekliğini bir başkasına ispat edemez. Maddeyle gerçeklik ispat edemezsin. Bedenin senin varlığının kanıtı değildir. Elektron mikroskopu altında yoksun. O zaman düşünüyorum öyleyse varım, diyerek bir düşünce olduğunu kabul etmelisin. Sen sadece bilinç düzeyinde bir varoluş yaşıyorsun”…

Yazar Hüseyin Hakkı Kahveci’de, “Ariana Grande” “Asil Kan” kitabında, Türklerin Kökeninin yanı sıra göğün katmanlarından bahseder. 9. Katman da üst düzey yaratıcı ve melekler vardır. Seçilmiş kişileri dünyaya iz bırakmak için, hafızaları sıfırlanarak ama programlanmış olarak gönderirler. Peygamberler, Hz. Muhammed ve Mustafa Kemal Atatürk mesela seçilmiş kişilerdir. Yazar Kahveci (Eski Bakan merhum Adnan Kahveci’nin de yeğenidir) Mustafa Kemal Atatürk’ün gençliğe hitabesinin tersten okunduğunda Latince de de aynı anlamlara geldiğini ifade ederek bunu örnekler… İlginç, güzel bir kitap, meraklısına tavsiye ediyorum.

Matriks, dünyanın ve yaşamın illüzyon olması, uyku mu gerçek, rüyalar mı, ya da her şey bir uyku hali veyahut rüya mı, Edebiyatta kötülük, Edebiyatta Ahlak, Göklerden gelen bilinmezlik, spiritüalizm,  bilinç, elektron mikroskobu altında hiçlik, düşüncene göre var olma, Türkler, Atatürk ve günümüzün Türkiye’si… Buraya kadar okuduysanız, devam edin lütfen. Saat sabahın üçü, çayım var, gündüzden de tütünü istifledim kendime. Edebiyat, siyaset, güncel olaylar, sohbet ediyoruz işte.

Entelektüel olmak pahalı, aydın olmak da çok zor… Kötülük ve ahlak yoksunluğu örneğin… Akşamüstü saat 18 15’te Star TV’yi, 18 45’te Şov TV’yi açın bakın. Siyasi yozlaşma haberleri adına da Halk TV ve Foks TV yeter de artar bile… Gerçek kötülük orada. Gazetelerin üçüncü sayfalarını okuyun, saf kötülük, saf ahlaksızlık, saf vahşet orada. Kadın Programlarına bakın, kaç sinsilik, kaç ihanet, kaç ahlaksızlık, kaç cahillik, kaç kurnazlık var orada. Kaç Abdülhamit düşüyor, kaç cinayet peş peşe toplandığında, seri ötesi katliam haline geliyor görürsünüz. Bu ülkede iyiliğe, güzelliğe, başarıya, umuda, hayallere yer kaldı mı? Dünyada eze eze yenmediği hiçbir ülke kalmayan Kadın Milli Voleybol takımına bile tahammül edemiyorlar. Hoşgörü, sohbet, konuşarak çözme, diyalog kalmadı. Haplanmış, uyutulmuş kitleler, birilerinin uydurduğu kendi dinlerinin prangalarına gönüllü girdiler.  Zincirini kırana yer kalmadı bu ülkede. Çivisi çıkartılmamış, didiklenmemiş, kurcalanmamış, bozulmamış övüneceğimiz bir şey var mı? Eğitim, Sağlık, Yargı, Medya, dış politika, ekonomi, anayasa, yasalar, spor, sanat, edebiyat, tarım, sanayi, emek, emekçi, laiklik, sanayi, emekliler ve hatta din… Bursa’yı es geçmeyelim, iki günde iki vahşi cinayet. Sözün bittiği yerde değil miyiz?

Bir yazımda da bahsetmiştim, felsefeden iyi anlayan, yazar bir ağabeyim, “Allah bu ülkeyi terk etti, şeytan ve müritlerine bıraktı, gitti” demişti. Yazıda yeni peygamberini bekleyen mutsuz insanların yaşadığı, umutsuz bir ülkeden, ülkemizden bahsetmiştim.  Gemlik Son Nokta Gazetesi Yazarı, Değerli felsefeci, edebiyatçı, üstat Abidin Uyar’da bu yazıma esprili bir yanıt vererek, “Kalemine sağlık sevgili Cemal… Peygamber gelmez… Lazımın ötesi bir durum… Gelse başına neler gelir kim bilir. Önce diyanet ..Sonra menzil ve cüppeli …Tüm imam hatipliler, arkadan kuran kurslarına katılanlar  ve mezun olmuş hafızlar  …biliyoruz sen yeni peygambersin  ancak sen bizim düzenimizi  yıkacaksın ..bunu da biliyoruz ama buna izin vermeyiz diyecekler  muhtemel “ demişti… Müthiş bir tespit, ötesi var mı?

Hadi sohbetimizde, konuyla ilgili olsun diye size bir kitap daha önereyim, Nihat Genç’in “Saraya Kılınan Namazlar” kitabını okumanın tam zamanı…

Hangi Matriks, hangi spritüal düşünce, hangi göklerden gelen, hangi bilinç, hangi derinlerden doğan var olmanın olmazsa olmazı düşünce,  hangi edebiyat, hangi sanat? Hz. Muhammed’i bu ümmete,  Atatürk’ü bize gönderen9. Katman şimdi de bizden intikam mı alıyor?

On yıllardır, kitaplarım, dergilerim, günlük gazetelerle, kimseye bulaşmadan, yazmak için yaşamak, yaşamak için yazmak düşündeyim, başka da hayalim yok zaten. Hani hep Diyojen gibiyim, fıçımda değil, odamda kapanmış, gölge etmeyin, kitaplarımdan başka ihsan istemez diyorum da ne oluyor? Benim Matriks’imde, bilincimde, düşüncemde, varoluşumda, derinimde, bakış açımda bunlar yok ama “ “Ben kendimin ve çevremin toplamıyım “ diyen Filozof Ortega Y Gasset’in lanetini mi taşıyorum. O İspanyol’du hani, Türkler ’in bu kötülükle bitmeyen imtihanı nereden geliyor? 100 yıl önce bu toprakları işgal eden emperyalistleri kovduk ve haklıydık zaten. Bu mu sebep, emperyalistlerin bize bıraktığı hain tortuları mı?

Üstat Orhan Koçak’ın “Romanın Kaygısı” kitabına geçiyorum. yazarın, yazarların kaygılarını tüm bedenimde taşıyarak…  Hayret bir şey, büyük bir tesadüf, ya da tesadüf diye bir şey var mı, bilinç sıçraması mı bu, Romanın Kaygısı ’da Hasan Bülent Kahraman’ın ve Zülfü Livaneli’nin birer yazısı ve söyleşilerine getirilen eleştiri ile başlıyor. Bilerek almadım, bilerek başlamadım ama okuma günüm, bu yazarlarla çevrelenmiş sanki… Yüzlerce yazarı, kelimelerini, anlatmak istediklerini, kelimelerden kurulmuş hayatları, kimi yerde övgü, çoğu yerde yergiyle okuyorum. Bilmediğim ilginç yazarlar ve kitaplarını buluyorum sayfalarda. Engin Türkgeldi’nin “Orada Bir Yerde” isimli kitabı örneğin. Hiç sıkmadan özetlemiş Üstat Koçak. Bu kitaptaki Cüce hikâyesini yaşıyoruz adeta. Annesinin, büyüyünce Cüceler Sarayı’nın Kralı olacağını söyleyerek büyüttüğü Cüce’yi babası parasız kalınca Saray’a soytarı olsun diye satar. Cüce yeteneklidir. Çalışkandır. Taklit yeteneği de epey gelişmiştir. En çok da Kralın Generalinin taklidini güzel yapar. Kral sürekli bu taklidi yaptırır. Epey eğlendirir cüce saray eşrafını. Gün gelir savaş çıkar. Kral, epey toprak ve asker kaybeder. Cüce’yi uzun bir süre arayıp sormaz. Sonra bir gün Cüce’yi karşısına alır, ondan Generalini öldürmesini ister. Karşılığında önemli bir makam, mevki, zenginlik sunar. Cüce vaatlerin büyüsüne kapılarak bunu kabul eder. Gece sarayın bahçesine çağırır Generali. General Cüce’den şüphelenmez. Orada öldürür Cüce. Artık hayalini kurduğu her şeye kavuşacaktır. İçinde bir heyecan ve garip bir mutluluk vardır. O sırada arkasında bir ‘klik’ sesi duyarken, karşısında Annesinin bahsettiği Cüceler sarayının ihtişamını görür. Cüce’de öldürülmüştür. Ancak son nefesinde kavuşur gerçek hayaline…

Cüce gibiyiz hepimiz, görevimiz var, değerimiz yok yönetenlerin gözünde…

Engin Türkgeldi’nin bir başka öyküsünde de, dedikodular, mitler, hurafeler, kötülüğün kötülüğü, hainlik ve kurtarıcısını bekleyen cahil toplumlar var. Hem üstat Orhan Koçak hem de Türkgeldi, muhteşem bir edebi eser çıkarmış, Ben özetleyerek anlatıyorum. Salgın cüzzam hastalığı köyleri, kasabaları, beldeleri yıkıp geçer. Hastalığın kokusu, korkusu salgının ulaşmadığı köylere daha çabuk ulaşır. Dedikodular arasında, bir de kurtarıcının köy köy, kasaba kasaba, şehir şehir dolaştığı, insanları iyileştirdiği vardır. Gezgindir ismi. Gezgin, salgının henüz gelmediği köye de ulaşır nihayet. Herkes toplanır, şölen havasında yemekler hazırlanır. Gezginden, salgını önlemesi istenir. Şölen esnasında cebinden bir şişe sıvı çıkarır gezgin. Bütün yemeklere, içeceklere serpiştirir. Köyün en zengini olan şen şakrak bir kadın cilveyle sorar, bize tılsımlı suyun tarifini verir misin? Diye. “Aile sırrı” der gezgin. Israr ederler kalması için, gezgin kalmaz. Bir yerde en fazla iki gün kaldığını söyler, oradan ayrılır. Başka köye geldiğinde anlaşılır her şey. Öykü geri dönüşlerle betimlenir. Gezgin yeni köy girişinde soyunur. Vücudu yara bere, irin içindedir. Yaralarından irinleri sıka sıka yeniden şişesine doldurur. Konu şudur, gezginin ailesinin tamamı cüzzamdan ölmüştür. Cüzzam gezgine de bulaşmıştır ama lanetlidir. O ölmemiştir. Lanetini kurtarıcı diye beklenen köylere, kasabalara geze geze bulaştırır.

Ölüyoruz, öldürüyoruz, öldürülüyoruz, cinnet geçiriyoruz, cinnete kurban gidiyoruz, deliriyoruz, delirtiyoruz… Edebiyatın bile merhem olamadığı günlerden geçiyoruz.  Zehirleniyoruz. Hastalanıyoruz. Kurtarıcı diye beklediklerimiz, kurtarıcı sandıklarımız tarafından, lanetlerine ortak ediliyoruz. Bazen birer birer, çoğunlukla Kitlesel biçimde yok ediliyoruz.  Şair arkadaşım Süleyman Veysel Okur ile bir gün umutsuzluğu konuşurken, “Bizi belki de edebiyat kurtaracak kardeşim” demiştim, artık ondan da emin değilim. Uçurumun dibindeyiz ve Nietzsche’nin dediği gibi, “Uçuruma yeterince bakınca, uçurumun da bize baktığını görüyoruz”

Orhan Koçak’ın kitabına bir kez daha gelirsek, Ahmet Hamdi Tanpınar’dan, Engin Türkgeldi’ye, Emrah Serbes’ten Leyla Erbil’e, Latife Tekin’den Seray Şahiner’e, Pınar Öğünç’ten Nezihe Meriç’e, Ayfer Tunç’tan Zülfü Livaneli’ye, Orhan Pamuk’tan Aslı Erdoğan’a ve daha birçok yazara kadar, yabancı yazarlarla ve edebiyat eserleriyle karşılaştırmalı bir eleştiri ve deneme kitabı bu. Keyifle okunuyor. Kitap bittiğinde tuhaf bir duyguyla hem her roman okurunun hissettiği o beğeni, övgü ve yergi merkezli düşünceler yerine oturuyor. Hem de Orhan Koçak, bir edebiyat eserinin ve romanın aslında nasıl okunacağını, nasıl yorumlanacağını size farklı tekniklerle öğretmiş oluyor. Edebiyatçılar sever diye düşünüyorum.

Şimdilik sohbete ara veriyorum, entelektüelliğin çok pahalı, insan hayatının çok ucuz olduğu bu günlerde, aydın olma özlemi çeken yazarın kaygılarıyla yazmaya, sizlerle sohbet etmeye çalıştım, bir nevi tek taraflı da olsa (karşılıklı) içini dökme eylemiydi benimki.. Belki birkaç kitap, birkaç dergi adına faydalı olmuşumdur diye düşünüyorum.

Bu güzel sohbet adına herkese teşekkür ediyorum…

Siz yine de okuyun. Siz yine de edebiyatı benim gibi karşılıksız sevin…

NOT; Bu yazıyı yaklaşık bir buçuk yıl önce yazmıştım… Bazı yazılarımı ayıklarken karşıma çıktı… Yazarları, kitapları, edebiyatı yeniden hatırlamak adına iyi olur dedim ve bir kez daha paylaştım… Umarım yine ve yeniden beğenirsiniz…

 


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —